Büyük Binaların Küçük Odaları
Büyük Binaların Küçük Odaları
“İLK ADIM”
Nereye, ne zaman, neden, nasıl olduğu fark etmeksizin, yeni başlangıçlar için attığımız ve
atacağımız her ilk adım önemli. İlk adım yolumuzu gösterir ve yönümüzü belirler. Sonraki atılacak her
adımsa, ilk attığımız adımın sorumluluğunu taşır. Düşünmeden atılan ilk adımlarsa, sonraki adımlara
taşıyabileceğinden fazla sorumluluk yükler. Bu da uzun bir yolda birçok yol ayrımını karşımıza
çıkarır. O gün geldiğinde yönümüzü bulmak, ilk attığımız adım kadar kolay olmaz. Tam da bu
nedenle, ilk adımı atmakta aceleci olmamak mantıklı olandır. Çünkü; İlk adım atıldıktan sonra, geri
dönüş bir adımdan çok daha fazlasıdır.
“OYUNA HAZIR MISINIZ?”
En sevdiği renk hangisiydi? Kırmızı, mor, sarı… Doğup, büyüdüğü şehri görmeyeli kaç yıl
olmuştu mesela? Bir, iki, üç… En son ne zaman aynı güne uyanmıştı dostlarıyla? Geçen gün, geçen
ay, geçen yıl… Tam da bu soruların cevabını unutmaya başladığı an karşısına çıkmıştı, o garip kâğıt..
Sert esen poyrazın etkisiyle sağa sola uçuşan yaprakların arasından süzülüp, bacaklarına yapışmıştı.
Koyu sarı renkli bir kâğıttı. Üzerinde kırmızı büyük harflerle “OYUNA HAZIR MISINIZ?”
yazıyordu. Bu merak uyandıran başlık ilgisini çekmişti. Bir banka oturmuş, başlığın altına sıralanmış
ufak yazıları da okumadan atamamıştı. Ancak, bir telefon numarası ve “Bu kâğıttan, oyundan ve
telefon numarasından bir başkasına söz etmeniz yasaktır. Katılmak istiyorsanız numarayı
kaydedip, kâğıdı yok ediniz.” yazılı bir nottan başka bir şey yazmadığını görünce, lüzumsuz bir kâğıt
parçası olduğunu düşünmüştü. Geri dönüşü zor bir yolun, ilk adımı olduğundan habersizdi.
Bir öncekinin aynısı olduğunu düşündüğünüz bir gün, rüzgârın esmesiyle bacaklarınıza yapışan bir
kâğıt, hayatınızı ne kadar değiştirebilirdi ki? Bunun olasılık veya yüzdelik hesabını yapacak değildi.
Ama kendi hayatını nasıl etkilediğini veya değiştirdiğini biliyordu. Bu dünyada insanlardan bağımsız
hareket etmesine rağmen, insanları içine alarak kendi döngüsüne dâhil eden bir gücün var olduğuna
inanıyordu. Buna ister ilahi güç ister evrensel enerji ister kader ister şans desinler… İsimleri veya
inanışları da sorgulayacak değildi. Bildiği tek şey; beklentiye girdikçe uzaklaşan, beklentiyi
kestiğinizdeyse karşınıza çıkan, olumlu-olumsuz yaşanacak tecrübe veya fırsatların hep var olduğu
gerçeğiydi. Ona o numarayı aratan o garip his gibi. Belki de his sandığı şey sadece bir meraktı. Çünkü
merak etmeseydi eğer bu yolculuk hiç başlamamış olacaktı. O kâğıtta yazan telefon numarasını arama
ihtiyacı duymayacaktı. Ama öyle olmadı. İçinde ona fısıldayan, tanımlamakta zorluk çektiği his,
telefon numarasını araması gerektiğine bir şekilde onu inandırmıştı. O an içinde ne ile karşılaşacağını
bilmiyor olmasının tedirginliği, kulağındaysa çalmakta olan telefon vardı.
“İyi günler, İCİLLİ YATIRIM, Bircan ben.
Nasıl yardımcı olabilirim?”
Bu açılış cümlesini duyduğunda birkaç saniye hiçbir şey konuşamamıştı. O birkaç saniyedeyse
aklından geçenlerin haddi hesabı yoktu. Söylenen isim kurumsal bir şirkete aitti. “Belli ki birisi
insanları kandırmak ve dolandırmak için böyle bir şey yapmış.” Bu, aklından geçen yüzlerce
düşünceden sadece biriydi. Telefonun diğer ucundaki kadının “Orada mısınız?” sorusuyla, sessizlik
sona erdi.
-Evet. Buradayım.
-Buyurun, ne için aramıştınız?
-Telefon numaranızı, şans eseri bulduğum kâğıtta gördüm. Ama sanırım bir yanlışlık oldu.
-Nasıl bir kâğıttan söz ettiğinizi öğrenebilir miyim?
- “Oyuna hazır mısınız?” Yazan bir kâğıttı. Neden sordunuz?
-Öncelikle vermiş olduğunuz bilgiler için teşekkür ederim. Peki, Oyuna hazır mısınız?
-Anlamadım.
-Bulmuş olduğunuz kâğıttan on adet basılmış olup, farklı noktalara şirketimizce bırakılmıştır. Doğru
yeri aradığınızdan şüpheniz olmasın. Bu görüşme sonrasında kâğıdı yok etmeniz gerekmektedir.
Şaşkınlıktan, akıcı konuşmakta güçlük çekmişti. “Kurumsal bir şirket, neden böyle bir şey yapma
gereği duyar? Acaba hâlâ bir yalanın içerisinde miyim?” diye düşünmüştü. Şüphelerinin neden olduğu
sorulara, mantıklı cevaplar bulamıyordu. Telefonun diğer uzundaki kadın, sessizliği olağan karşılamış
o konuşana kadar beklemeye devam etmişti. Zaman sonra kendisine gelerek “Kâğıdı yırttım, attım.”
diyebilmişti.
-Teşekkürler. O halde aradığınız numaraya mesaj olarak adres bilgimizi gönderiyorum. On şanslı
kişinin tamamı tarafımıza dönüş yaptığında, görüşme günü ve saati ayrıca iletilecektir.
İyi günler.
Telefon kapanmıştı. Birkaç dakika sonra Şirket bilgileri ve şirketin adresi, telefonuna mesaj olarak
gelmişti. Tesadüfen bulduğu kâğıdın arkasından sorgusuz sualsiz neden sürüklendiğini bilmiyordu.
Belki de gerçeklerle yüzleşmeye cesaret edemediği için bildiklerinden kaçmayı tercih etmişti. Neler
olduğuyla ilgili en ufak bir fikri yoktu. Ama artık bir şeyden emindi. Oyun başlıyordu!
***
Küçük bir şehrin, küçük bir köyünde, küçük de bir evde dünyaya gelmişti. O köydeki; hayalleri
büyük, kendisi küçük onlarca çocuktan biriydi. Bu köyde küçük olan tek şey evler ve çocuklar değildi,
elbet. Okulları, sağlık ocakları, camileri, pazarları, bakkalları da küçüktü…
Belki de en önemlisi; bu köyde yaşayanların hayattan beklentilerinin de küçük olmasıydı. Köyde
yaşayanların büyük çoğunluğu geçimini, tarım ve hayvancılıkla sağlıyordu. İnekleri, tavukları,
tarladaki sebzeleri, bahçelerindeki meyveleri bu insanların her şeyiydi. Sofraya koyacak aşları,
barınacak evleri varsa zengin sayılırlardı.
Belki de Platon “Hayatta önemli olan; en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç
duymaktır.” sözünü, bu insanları tanıdıktan sonra söylemiştir. Dönem değiştikçe, insanlar da o
döneme göre değişiyordu, şüphesiz. Ama bir şey vardı ki kolay kolay değişmiyor, değiştirilemiyordu.
O da sistemin dayatarak öğrettiği toplumsal algı. İlkokul yıllarında öğretmeninin tüm sınıfa sormuş
olduğu o kalıplaşmış soruyu hatırlıyordu. “Büyüyünce ne olacaksın?” O zamanlar çocukluktan olmalı,
vermiş olduğu cevap ve duymuş olduğu cevaplar onun için bir anlam ifade etmiyordu. Her biri
söylenmek için söylenmiş belki de ezberletilmiş cevaplar gibi geliyordu. Öğretmen, Avukat, Doktor,
Mühendis, vb. cevapları veren çocuklar, bu meslekler hakkında ne kadar bilgi sahibiydiler ki?
Peki, çocukların bu cevapları vermesinin altında yatan asıl sebep ne olabilirdi? Aileleri mi, toplum mu,
sistemin genel kabul görmüş yazılı olmayan kuralları mı? Belki de asıl önemli olan şey bu cevapları
kimin verdirttiğinden çok neden bu cevapları verdirttikleriyle alakalıydı. Kim bilir, tek neden saygınlık
kazanmak istemeleridir.
Çünkü toplum olarak saygının üç şekilde kazanıldığına, insanların kendini ikna ettiğini düşünüyordu.
Parayla, güçle(korkuyla), unvanla…
“Bir insanı sevmek zorunda değilsiniz. Ama o insana saygı duymak zorundasınız.” sözüne katılıyordu.
Ancak gerçek hayatta hüküm sürdüğüne inanmıyordu. Bir müdürün çalışanıyla konuşurken ki
sergilediği tavırla, patronuyla konuşurken ki sergilediği tavır arasındaki fark, duruşundan,
oturuşundan, ses tonundan, cümleleri seçisinden bile belli oluyorsa, işte orada saygının eşitliğinden
söz etmek komik olur, diye düşünüyordu. Tabii buna orta sınıf bir insanın, köylü Ahmet amca
karşısında kendini güçlü, işletme sahibi Fuat Bey’in karşısında zayıf hissetmesi de eklenebilirdi. Hiç
düşünülmüş müydü? Herkes Öğretmen, Doktor, Mühendis, Avukat, Şirket sahibi (Patron) vb. sözde
saygın mesleklere sahip olsaydı. (Sözde saygın diyor olma sebebi emek verilerek yapılan her işin
saygın olduğunu düşünmesinden kaynaklıydı.) Alışveriş yapacağımız bakkal kim olacaktı? Şehirde
yediğimiz içtiğimiz her şeyi üretmek için tarımcılık ve hayvancılık yapan köylüler kim olacaktı?
Almak için ömrümüzü harcadığınız evlerin inşaatını yapan işçiler kim olacaktı? Bizi çok sevdiğimiz
işlerimize yetiştirmek için ulaşımımızı sağlayan emekçiler kim olacaktı? Rahatımıza, keyfimize ve
lüksümüze düşkün olduğumuz için gittiğimiz bir mekânda bizleri ağırlaması gereken hizmet sektörü
çalışanları kim olacaktı? Bulunduğumuz konuma ulaşmayı başaramamış, dolayısıyla başarısız olarak
kodladığımız insanlar mı? Peki bu gerçekten bir başarmak veya başaramamak meselesi miydi? Şayet
öyle olsaydı. Sistem herkese başarılı olma fırsatı verir miydi? Herkes başarılı olsaydı ve başarılı olan
herkes işçiliği, tarımcılığı başarısızlık olarak gördüğü için kendine layık görmeseydi, ne olurdu?
Bugünün okumuşları olan herkes gibi... Gittikleri kafeler, restoranlar çalıştıracak garson, topraklar
kendisini ekecek biçecek köylü, saygın iş adamları konforlu evlerindeki arızaları giderecek tesisatçı
bulabilir miydi? Hâl böyle olunca sistem kilitlenmez miydi? Her terzi, kendi söküğünü dikmek
zorunda kalsaydı? Sökükler çoğalmaz mıydı? Peki, siz bu sistemi yaratan kişi olsaydınız. Böyle bir
şeye izin verir miydiniz? Yoksa böyle bir şeyin olmasını engellemek için bir çözüm mü arardınız?
Herkesin kazanması işinize gelmiyorsa, yapacağınız ilk şey; herkesin kazanma riskini ortadan
kaldırmak olmaz mıydı? Peki herkesin kazanmasını risk gören ve bunu engelleyen bir sistemi yaratan
kişi olarak; adaletten, fırsat eşitliğinden söz edebilir miydiniz? Ona göre; bırakın söz etmeyi, söz
etmek isteyenleri sistemin dışında bırakmak (yok etmek) için her şeyi yapardınız. Böylelikle, yok
olma korkusuyla sindirilmiş, başarılı olma vaatleriyle ikna edilmiş, parayla satın alınmış,
kendinize(sisteminize) inanan yüzler hatta milyonlar yaratabilirdiniz. Yaşadığımız dünya da böyle bir
sistem üzerine kurulmuş olabilir mi? Belki de hayatta yaşadığımız her şey kurallarını başkasının
koyduğu şaibeli bir oyundu. Tesadüfen bacağınıza yapışan bir kâğıt ile de kendi tercih ettiğiniz kariyer
girişimlerinizle de başlama ihtimali olan, oynanması zorunlu kılınmış, büyük bir oyun…!
***
Merak içinde geçen dokuz günden sonra her şey normalleşmeye başlamıştı. Beklenti içinde değildi
artık. Kâğıtta tam olarak ne yazıyordu, onu bile unutmuştu. Şirket adının ve adresinin yazdığı mesajı
da son kez okuyup, silmişti. Elinde uzun zaman önce başladığı, yarım kalmış kitabı vardı. Çay
bahçesine gidip, kuytu köşedeki bir masaya oturmuştu. Garsondan demli bir çay isteyip, kitabı kaldığı
yerden okumaya başlamıştı. Oturalı kaç saat olmuştu, içtiği kaçıncı çaydı, bilmiyordu. Kitabın
sonlarına yaklaştığında telefonuna bir mesaj gelmişti. “1 Nisan Pazartesi Saat: 09.00’da Oyuna
katılmaya hak kazanmak için ilk mülâkat gerçekleştirilecektir. İyi günler dileriz.
İCİLLİ YATIRIM A.Ş.”
Beklediği zaman gelmeyen mesaj, beklemekten vazgeçtiğinde gelmişti. Beklentisizliğin insanlar
üzerinde garip bir pozitif etkisi var gibiydi. Bu mesaj da onlardan biriydi.
Aklına bu oyunu oynamayı öğreten eski dostu şöyle demişti:
“Bu sistem, insanların hayallerini çalar, kendi dayattığı hedefleri başarı diye satar.”
“ADI FURKAN (FRANK)”
Oyuna hazır mısınız?” yazılı bir kâğıt bulsanız ve size bu soruyu soranın kurumsal bir şirket
olduğunu öğrenseniz, sizi oyuna girebilmek için mülakata çağırdıklarını söyleseler, bu görüşmeye
nasıl hazırlanırdınız? Sizi neyin beklediğinden emin olabilir miydiniz? O, kendisini
neyin beklediğinden emin değildi. Belki de bu yüzden mülakat için hiçbir hazırlık yapmadı. Sabahın
ilk ışıklarıyla soğuk bir duş alıp, siyah takım elbisesini giydi. Siyah gömlek, siyah saat, siyah
kundurasını da giydikten sonra tepeden tırnağa karanlıktı. Evden çıkmak üzereyken bir şeyi
unuttuğunu fark etti. Odasına gidip, yıllanmış siyah renk kalemini aldı. Bu kalemi ona yıllar önce
Furkan adında bir dostu hediye etmişti. Üniversitede, o kalemle girdiği her sınavda başarılı olduğu için
bana şans getirdiğine inanıyordu. Kalemi ceketinin iç cebine koyduğuna göre artık evden çıkmak için
hazırdı.
Sabahın köründe bir tek kendisi kalkmış gibi hissediyordu. Ta ki metro istasyonuna varana kadar.
Binlerce belki yüzbinlerce insan; genci yaşlısı, güzeli çirkini, iyisi kötüsü… Hepsi metroya binebilmek
için birbirini ezmek pahasına itişiyor, koltuk kapabilmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Kim bilir bu
da insanların kendi kendilerine yarattığı bir oyundu. “Önce binen kazanır.” Merak ettiği şey ise şuydu:
Bunca insanı sabahın köründe uyandırıp, 100 kişilik yere 1000 kişi binmeye razı eden şeyin adı neydi?
Bu yaşadıkları şey tercih miydi, mecburiyet mi? Bu düşünceler içinde boğulmak üzereyken bir yaşlı
amcanın sırtından itmesiyle kendisini metronun içinde buldu. Böylece büyük şehirlerde toplu taşımaya
nasıl binilir, öğrenmiş de oldu. Binmesi dert, inmesi ayrı dert metro denen şeyden inip, istasyondan
çıktığında, onu kırk katlı binalar karşıladı. Saat 09:00’ ı gösterdiğinde ise insan akını olan koca
caddede tek bir insan bile kalmadı. İnsan sürüsünden kendine düşen payı almak isteyen seyyar satıcılar
dışında… Zaman sonra onlar da kayboldular. Çünkü onların mesaisi içerdekilerin mesaisiyle ters
orantılıydı. Muhtemelen içerdekilerin işi bitince, onların işi yeniden başlayacaktı. O şanslıydı. Sürüyle
beraber içeriye girmemişti. Bu sayede, caddelerde başıboş özgürce gezebilmenin tadını çıkarabildi.
Sürüye katılmadan anlayamıyormuş insan, istediği saatte istediği yerde gezebilmenin ulaşması zor bir
özgürlük olduğunu. Ne kadar şanslıymış. Sürüye dahil olmadan önce… Kimse bilemezdi, o da
bilememişti. Her oyunun gerçek hayattan zaman çaldığını…
Saat 10:30 olmuştu. Yaşanacaklara hazır mıydı, değil miydi, bilmiyordu. O yüzden çok da düşünmeyip
giriş kapısında “sen kimsin?” der gibi bakan ama içinden geçenleri “Ne için gelmiştiniz?” diye
süzgeçten geçirerek dile getiren silahlı güvenlik beye, neden geldiğini anlatıp, kimliğini teslim edip,
eline tutuşturulan ziyaretçi kartıyla büyük kapıdan büyük binaya giriş yaptı. O binaya ilk girdiğinde
fark ettiği ilk şey: “Birbirlerini sevmeyen binlerce insanın, birbirlerine sahte gülümsemelerini görmek
olmuştu.” Girer-girmez, siyah etek, beyaz gömlek, siyah ceket, siyah topuklu ayakkabısıyla çok hoş ve
güzel bir hanımefendi kendisini karşıladı. O kadar zarif ve kibar konuşuyordu ki, bu kadının da akşam
metroya binenlerden birisi olduğuna inanası gelmiyordu. Ya şu an kendisi değildi ya da çıktığında
kendisi olamıyordu. Belki de şu an oyunun kuralları gereği bir role bürünmüştü ve o rolden çıkıp
tekrar kendisi olduğunda utanıyordu, kendisi olamamaktan. Kim bilir? Neden herkese efendisiymiş
gibi davranmak zorunda olduğunu sorguluyordu, zaman zaman. Belki de memnundu halinden o
abartıyordu. Kadın onu büyük binanın küçük bir odasına götürdü. Bir süre burada beklemesi
gerektiğini herkes geldiğinde sırayla çağıracaklarını iletti.
Birer ikişer kâğıdı bulmuş şanslılar onunla aynı odaya getirildiler. Dokuz kişi olmuşlardı ki onları
odaya toplayan kadın yanlarına tekrar geldi. Kadın, içerdekilere hiç unutamayacakları bir konuşma
yaptı.
“Sizler birbirinden farklı dokuz insan olarak tek bir benzerliğinizle burada aynı odaya toplandınız.
Şansınız! Biz sizi buraya zorla getirmedik. Siz kendi isteğinizle buraya geldiniz. Kiminiz merakının
peşinden koşarak, kimisi daha iyi bir seçeneği olmadığı için geldi. Sizlerin de bildiği gibi biz bu
ülkenin en büyük kurumsal şirketlerinden biriyiz. İnsanların burada çalışabilmesi için belli bir öz
geçmişe ve eğitime sahip olmaları gerekir. Her yıl binlerce başvurudan sadece birkaç kişi bu ayrıcalığa
sahip olabilir. Şirketimizin yeni sahibi Frank Wilson’un talimatı üzerine sizlerin bulduğu on adet kâğıt
farklı noktalara şirketimiz tarafınca bırakılmıştır. Şanslı on kişiden beklenen tek şey ise şanslarının
peşinden gitmeleri ve buldukları kâğıdı yok etmeleriydi. Siz dokuz kişi olarak bu aşamayı geçen şanslı
kişilersiniz. Kâğıdı bulup okuduklarına inanmak yerine vazgeçmeyi seçen bir kişi ise şansını
kaybetmiştir. Böylesine büyük şirketin bünyesi altında çalışabilmek için şansınızı zorlamanız
gerekecek. Çünkü dokuz kişiden sadece bir kişi burada çalışmaya kabul edilecektir. Oyun için iyi
şanslar dileriz”
Bu konuşmadan hemen sonra odadaki herkeste bir heyecan belirmeye başlamıştı. İnsanların bu şirkette
çalışmayı bu kadar çok istediklerini, görmese inanmazdı. Ne vaat ediyordu ki bu iş, insanlar
çalışabilmek için kapısında sıraya giriyordu. Kim bilir büyük binanın içinde olmak, kendilerini o
binanın parçası görmelerine ve o binanın gücünü de arkalarında hissetmelerine neden oluyordu. Belki
de başlı başına statüydü mesele, unvan, kendini diğerlerinden bir adım önde görme arzusu... Onun
içinse mecburiyet mi, şans mı bilmiyordu. Adını koyamadığı bir boşluğun içinde gibiydi. İlk
tanışmada sorulan ilk sorulardan birinin “ne iş yapıyorsun?” olduğu bir ülkede, cevap olarak bu
şirkette çalıştığını söylemek şans olsa gerek. Kim olduğunuzu ne iş yaptığınız belirliyor olmalıydı ki
bu soruyu sormadan edemiyorlardı. Ya da size ne kadar saygı duyacaklarını işinize ve statünüze göre
belirleyecekleri için soruyorlardı. Bunlar ona göre şeyler değildi. Ama kadının haklı olduğu bir konu
vardı. Daha iyi bir seçeneği yoktu. Denemekten zarar çıkmayacağını düşünerek şansını sonuna kadar
zorlamaya karar verdi. Kendi iç dünyasında düşüncelere dalmış yeni yeni kendisine geliyorken kapının
önünde tanıdık bir yüz görür gibi oldu. Hızla yerinden kalkıp odadan dışarı çıktı. Furkan diye seslendi.
Ama arkasına dönen olmadı. Benzettim sanırım diye düşünerek tekrar yerine geçti.
Az sonra içeriye gri takım elbisesiyle genç bir adam girdi. Ellerinde dokuz adet kâğıt, dokuz
adette kalem vardı. Önden arkaya doğru sırasıyla odadaki herkese birer tane dağıttı. Tek görevi
buymuş gibi tek kelime etmeden odadan çıktı. Herkesi bu odaya toplayan zarif kadın oturduğu
sandalyeden kalkıp konuşmaya başladı.
“Oyunumuz basit. Önümüzdeki kağıtlarda 50 adet görsel, sayısal ve sözel mantık soruları
vardır. İstediğimiz şey en fazla doğru cevabı veren ilk dört kişi arasında yer almanızdır.
Yanlışlar doğruları götürmemektedir. Süremiz 20 dakikadadır. İyi şanslar!”
Herkes kuralı anlamış, kazanmak için yarışmaya hazırdı. O ise ufak detaylara takılmadan ve
takıldığı konuları dile getirmeden edemezdi. En arka sıradan elini kaldırarak söz istedi.
“Buyurun Adil Bey kafanıza takılan bir şey mi var?”
“Evet” dedi, ayağa kalkarak. “50 soru için 20 dakikalık süre çok az değil mi?
Kadın güldü.
“Haklısınız kısa… Ama burada istediğimiz şey soruların tamamını bitirmeniz, değil.
Rakiplerinizden fazla doğru cevap vermeniz. Herkes için süre aynı olduğu için sorun da yok.”
Adil ikna olmuş gibi yaptı. Yine de birkaç söz daha söylemeden duramadı.
“Anladım. Hiç kimsenin yapamayacağı şeyleri herkese eşit kural koyarak, herkesin doğru cevap
verme olasılığını en aza indiriyorsunuz. Aksi taktirde dörtten fazla ful çeken yarışmacı oyunun
akışını bozabilir. Dediğiniz gibi bu bir sınav değil, bu bir yarış, bu bir oyun!”
Gülümsemesi yüzünden eksik olmayan kadın belli etmese de bu sözler karşısında gerildi. Ek bir
açıklama yapmadı. “Herkes hazırsa süreniz başladı” dedi.
Tüm alıntı ve kurgu yazara aittir.Hakkı Elikara

Acaba ne çıkacak ne olacak diye merakla okumaya başlıyoruz demekki😂
YanıtlaSilFarklı bir kurgu gibi duruyor. Anlatım tarzınızı beğendim.
YanıtlaSilKaleminize sağlık yazılarınızı beğenerek takip ediyorum 🙏🙂
YanıtlaSilkelimelere fısıldayan adam... merakla bekliyorum.
YanıtlaSilIyi yazılar anlaşılması kolay yazılması zor olanmış
YanıtlaSilTekrardan bize bir şeyleri farkına vardırdığı için yazarın kalemine sağlık
İlginç ama bir o kadar da sürükleyici bir yazı olmuş. Devamını bekliyoruz.
YanıtlaSilKalemine paranın bulaşmadığı bir insan olarak sabırsızlıkla bekliyoruz kardeşim
YanıtlaSilBenliğimize işlenen, olmaması gereken algıyı değiştirmek için ve maceracı serüveninle bitmiş halini sabırsızlıkla bekliyorum bayım ..
YanıtlaSil